Blog

  • “ULUSAL EROZYON”

     

    ULUSAL EROZYON

    Bilindiği gibi birkaç gün önce, Büyük Zafer’in
    yıldönümünde, 30 Ağustos Zafer Bayramı‘nı
    resmî törenlerle kutladık.

    Aslında bu bayramı, stadyumlarda, halkın coşkulu
    katılımıyla, dosta düşmana gösterecek bir şekilde, pek çok ülkenin yaptığı gibi
    kutlamayı çok isterdik. Ama ne yazık ki mevcut iktidarla böyle bir şey mümkün
    olamadı.

    Doğrusunu isterseniz, Ulusal Bayramlar toplumdaki ulus bilincini pekiştiren, halka dostu
    ve düşmanı göstererek bilinçlenmesini sağlayan çok önemli günlerdir. Ancak
    uluslaşma karşıtı bir tutum sergilenince ister istemez bayramlar da resmî
    törenlerden ibaret kalmaktadır.

    Elbette bu konuda epey bir yol kat ettikleri inkâr
    edilemez. Zaten Bayram gününde bile şöyle bir etrafa, resmî kurumlara,
    mahallelerde vatandaşların evlerine bakıldığında, evlerine bayrak asarak bu
    kutlamalara katılanların oranı, en iyimser tahminle bile belki yüzde 10’dur.
    Emin olun daha fazla değil.

    Peki, neden?

    Çünkü ülkemiz 25 yıla yakındır siyasal İslamcı bir
    iktidar tarafından yönetilmekte olup adım adım ulus kimliği yok edilmeye, tüm
    kimliklerin sözde eşit bir şekilde kendini ifade edebileceği yeni, federatif
    bir devlete doğru geçmeye çalışmaktadırlar. Zaten BOP’ ta görev alıp bölge ülkelerinin ABD ve İsrail tarafından
    parçalanmasının baş aktörlerinden olup da hem stratejik hem de jeopolitik
    olarak bölgenin en önemli ülkesinde benzer gelişmelerin yaşanmaması
    düşünülemezdi.

    Öyle de olmaktadır. Nasıl mı?

    Şöyle:

    Bir toplumda ulusal duyguları en çok uyandıran ve
    pekiştiren şey nedir biliyor musunuz? Ülkenin içinde bulunduğu tehlike, tehdit,
    emperyalist baskı ve saldırıdır.

    Tabii bu tehdit, tehlike ve saldırılar sadece dışarıdan
    müdahaleyle olmaz. Hatta daha çok, günümüzün Teali İslam, Kürt Teali Cemiyeti,
    İngiliz Muhipleri Cemiyeti gibi örgütlerin özelliğini taşıyan, emperyalizmin
    içerideki oyuncuları sayılan “5. Kol” olarak da ifade edilen,
    uluslaşma karşıtı, toplumu parçalayabilecek her türden örgütle de yapılabilir.

    Eğer ki,  ülkemize
    ait burnumuzun dibindeki adaların Yunanistan tarafından işgaline bile
    ses çıkartılmayıp, Kıbrıs’ta olup bitene seyirci kalınıp, ulus devleti
    etnik ve dini parçalara ayırma gibi amaçlarını açık açık ifade edenlere karşı
    bile tepki gösterilmeyip, önemsizleştirilip en basit deyimle destek bile
    olunuyorsa…

    Bunun en önemli nedeni, yıllardır çabaladıkları ulus
    bilincini yok etme çalışmalarının kesintiye uğramaması ve bu türden duygu ve
    düşüncelerin yeniden uyanmasının engellenmesidir. İşte ülkemize yönelik iç ve
    dış her türden tehdit ve tehlikenin görmezden gelinmesinin ve sessizlikle
    geçiştirilmesinin en önemli nedeni budur.

    Bu arada, bir süredir, birbiri ardına açılımlar falan
    yapılmaya çalışılarak, yıllardır sürdürülen İslamlaştırma dışında, Arap ve Kürt
    açılımından sonra Alevi açılımına da başlanıldı ya… İşte tüm bunların amacı,
    Türkiye’yi ulus olmaktan çıkararak etnik ve dini kimliklere ayrışan federe bir
    devlet yapmaktır. Hâliyle bunun yolu da ulus devlet içinde belirsizleşen,
    görünmez hale gelen etnik ve dini kimliklerin tekrar canlandırılması, ulus
    kimliğin önüne geçirilmesi gerekmektedir.

    Bunun için de, bu yapılmakta olan açılımlarla birlikte
    ulus devlette olamayacak pek çok haklarla birlikte, Arap kökenli
    vatandaşlarımız Arapçılaştırılıp, Sünni olanlar Sünnicileştirilip, Kürtler
    Kürtçüleştirilirken, Aleviler de Alevicileştirilecektir.

    Yani siz, Ulusal Bayramınıza bile sahip çıkmayıp
    ülkenizde olup biteni kayıtsızlıkla izlerken, federasyona gidiliyor.

    Haberiniz olsun…

      
    01-09-2025

    Nusret KEBAPÇI

  • TÜRKİYE SÖMÜRGELEŞTİRİLİYOR…

     

    TÜRKİYE SÖMÜRGELEŞTİRİLİYOR…

    Önce Türkiye’nin
    mevcut gidişatıyla ilgili bir soruyla başlayalım:

    Sizce, ülke
    kaynaklarının, sanayi ve tarımın yanı sıra bankacılıktan hayvancılığa, hatta altında
    maden bulunan ormanların yakılmasından, neredeyse tüm kamu hizmetlerinin ve
    kamu kurumlarının, yerli ve yabancı özel sektöre devredilmesiyle, iktidarın
    benimsediği ideoloji arasında bir ilişki var mı?

    Elbette var.

    Mevcut iktidar,
    emperyalizmin dayattığı neoliberal bir ekonomi ve siyaset izlemektedir.

    Bu nedenle de tüm
    alınan siyasi ve ekonomik kararlar da, halkın değil…

    Yerli ve
    yabancı sermayenin çıkarlarını korumaya yönelik olup,  haliyle bu durum da ülkemizin adım adım sömürgeleştirilmesine
    yol açmaktadır.

    Peki, sömürge
    olmakla, ulus olmak arasındaki fark
    nedir?

    İsterseniz bu
    konuya geçmeden önce siyasal İslam’ın ideolojisine değinelim ki…

    Siyasal
    İslamcıların vatan, ulus, ulusal egemenlik, emperyalizm ve bağımsızlık
    gibi kavramlardan ne kadar uzak olduğu herkes tarafından bilinebilsin.

    Çünkü bu
    kavramlar, Fransız Devrimi’yle ortaya çıkmış ve laiklik zemininde gelişmiştir.

    Bilindiği gibi Osmanlı
    döneminde de, Namık Kemal‘in yazdığı
    “Vatan Yahut Silistre” oyunu, halkın vatan kavramını
    sahiplenmesini sağlamış, bu da haliyle sarayın dikkatini çekmiştir.

    Halkın, toprağı
    Padişah’ın mülkü olarak değil, herkesin ortak vatanı olarak görmesi, Saray’ı
    endişelendirmiş ve Namık Kemal’in sürgün edilmesine neden olmuştur.

    Şimdi gelelim
    sömürge bir ülke ile ekonomik ve siyasi bağımsızlığı olan ulus devlet
    arasındaki farka.

    Sizce biz
    hangisine daha çok benziyoruz?

    Sömürge Ülke: Yabancı ülkelerden sanayi ürünlerini alan, kendi ulusal pazarını koruyamayıp,
    yabancıların açık pazarı haline gelen ve hammaddelerini yağmalatan ülkedir.
    Kendi pazarı ve hammaddesi üzerinde egemenliği yoktur.

    Ulus Devlet ise: Kendi tarımını ve sanayisini geliştirip emperyalist ülkelerle rekabet
    edebilen…

    Kendi pazarını
    gümrük duvarlarıyla koruyan ve hammaddesini işlemeden satmayıp, katma değeri
    yüksek ürünler haline getirerek yabancılarla eşit koşullarda ticaret yapabilen
    ülkedir.

    Ancak emperyalizm
    her zaman…

    Ulus
    devletlerle eşit ticaret yapmak yerine, onları yağmalamayı hedeflemektedir…

    Bu yüzden de ulus
    devletleri olabildiğince bölmek…

    Atomize yapmak
    ister ki…

    O ülke en küçük
    parçalarına varıncaya kadar ayrışsın ve bir daha toparlanıp ulus olamasın…

    Bunu da haliyle
    her zamanki yöntemleriyle yani etnik, dinsel ve mezhepsel farklılıkları
    kullanarak yapar.

    Ama emperyalizm
    hiçbir zaman bu amacını açıkça dile getirmez…

    Bazen buna Osmanlı Millet Sistemi denir…

    Bazen de Eşit Vatandaşlık.”

    Olay budur.

    25-08-2025

    Nusret Kebapçı

     

  • EŞİT VATANDAŞLIK…

     

    EŞİT VATANDAŞLIK…

    Bildiğiniz gibi
    eşit vatandaşlık uzunca bir süredir ülke gündemimizi işgal etmektedir.
    Özellikle de, açılım söylemi gündeme geldiğinde.

    Tabii bu kavram
    yani eşit vatandaşlık söz konusu olduğunda bir kısım yazar hemen: “Eşit değil miyiz? Çeşitli makamlara
    gelirken kimsenin Kürt, Türk, Alevi, Sünni, Hristiyan, Rum, Yahudi olduğuna
    bakılmamaktadır. Daha başka ne istiyorsunuz?”
    gibisinden yakınmakta,
    kendilerince bu türden talepte bulunanlara karşı normalde ulus devlette olması
    gereken ilkeleri açıklamaya çalışmakta ve “Bak,
    hepimiz aynı haklardan yararlanıyoruz.”
    türünden savunmalarla etnik
    farklılıklarını öne çıkarmak isteyenleri iknaya çabalamaktadırlar.

    Ancak iş o
    kadar basit değil.

    Bu
    yazarlarımız, henüz konuyu anlamamış olsalar da ulus devleti savunma anlamında
    söyledikleri doğru. Neden mi? Şunun için: Herhangi bir ülkede pek çok etnik,
    dini, mezhepsel kimlikler bulunabilir. Bunda yadsınacak herhangi bir şey yok.
    Ama ulus devlet mutlaka bir bağımsızlık savaşı ya da işgale karşı direnişle ortaya
    çıkan ülkede bu mücadeleye önderlik eden, kurucu önderlik etrafında
    toplanılarak kurulur. Bu kurulma aşamasında da ulus olma çabasını zora
    düşürebilecek, ayrımcılığa neden olabilecek etnik ve dini, mezhepsel
    kimliklerin öne çıkmasına izin verilmez.

    Bu nedenle ulus
    olma sürecinde aynı topraklar üzerinde yaşayan insanların bir araya gelmesi
    için iki konu çok önemli olup işin olmazsa olmazıdır bile denilebilir.
    Bunlardan biri, ulus devletin tüm din ve tarikatlardan bağımsız olabildiği
    laiklik; bir diğeri de üzerinde yaşadığı toprakta bir arada olmayı, birlikte
    üretmeyi, yaşanılan yeri geliştirmeyi, yabancı müdahale, düşmanlık ve işgale
    karşı koyabilmek adına aynı dille anlaşan, birlikte mücadele edebilmeyi de
    sağlayan ulus bilincidir.

    Hem zaten ulus
    devlet,  toplumda bu birlikteliği
    bozabilecek, etnik, dini, mezhepsel farklılıkların ön plana çıkmasına yol
    açabilecek girişimlere izin vermediği gibi, devlet içinde farklı bir kimlik ve
    otorite de oluşturabilecek, paralel yapılanma özelliği olabilecek hiçbir etnik
    ve dini örgütlenmeye de izin veremez.

    Neyse sadede
    gelelim. İşte birilerince sıklıkla gündeme getirilen eşit vatandaşlık kavramı,
    ulus devlet içindeki bireysel olan yurttaşların eşitliği değildir. Önce bunu
    net olarak belirtmemiz gerekiyor.

    Burada kastedilen
    eşit vatandaşlık, kimliklerin
    eşitliğidir.
    Hani birilerinin “Osmanlı
    Millet Sistemi”
    dediği şey de aslında tam olarak budur. Gerek Eşit Vatandaşlık kavramı, gerekse Osmanlı Millet Sistemi, emin olun aynı
    kapıya çıkmakta olup ekonomik, siyasi, neoliberal politikalarla birlikte
    yürütülmektedir.

    Çünkü
    emperyalizm ekonomik ve siyasi olarak bağımsız ulus devlet istemiyor. Bu sadece
    BOP içinde İsrail’in karşısında
    olması anlamında değil, dünyanın hiçbir yerinde ekonomik ve siyaseten bağımsız
    ulus devlet istenilmemektedir. Çünkü ulus devlet olmak, güçlü bir birliktelik
    anlamına geldiği gibi, kendi pazarına hâkim güçlü bir ekonomi anlamına da
    gelmektedir.

    Yani
    birilerinin Türk kimliğini yok ederek tüm kimlikleri eşit olarak gördüğü, “ Türk, Kürt, Arap” söylemiyle
    açıklamaya çalıştıkları “çok kimlikli, çok dilli, çok hukuklu Osmanlı Milleti”
    ile birilerinin Türk ulus kimliğini yine yok sayarak tüm etnik ve dini
    kimlikleri eşit kabul ettikleri “çok kimlikli, çok dilli, Eşit vatandaşlık” da
    aynı kapıya çıkmaktadır.

    Her ikisinin de
    ortak amacı Türk ulus kimliğini ortadan kaldırarak ülkeyi emperyalizmin
    talepleri doğrultusunda parçalayıp ulus olmaktan çıkararak etnik ve dinsel
    kimlikler federasyonuna dönüştürüp ulusal pazarı yok ederek ülkeyi sömürge
    yapmayı amaçlamaktadır.

    Demek
    istediğim,

    Ya
    emperyalizmin dayatmalarına boyun eğerek Osmanlı
    Millet Sistemi
    ya da Eşit Vatandaşlık
    adı altında çok parçalı, federatif, küçük, zayıf devletçikler haline geleceğiz
    ya da ulusal kimliğimizi ekonomimizle birlikte koruyup ulus olmaya devam
    edeceğiz.

    Ortası yok.

        21-08-2025

     Nusret KEBAPÇI

     

  • ŞIŞTTT, HALA UYANMAYACAK MISINIZ?

     

    ŞIŞTTT, HALA UYANMAYACAK MISINIZ?

    Bir ülke
    düşünün; her yanından pislik fışkırıyor, aklınıza gelen her alanda çeteler ve
    yolsuzluklar kol geziyor.

    Tahmin ediyorum
    ki bizde yaşananların binde biri bile herhangi bir ülkede yaşanmış olsaydı, o
    ülkenin yöneticileri toplum içine çıkamaz, istifa etmek zorunda kalırdı. Halkın
    devlete olan güvenini yeniden inşa etmek adına adil bir şekilde yargılanmaları
    da kaçınılmaz olurdu. Ancak bizde, her zamanki gibi, bu tür olayların
    hiçbirinde memleketi yönetenler yargılanmak şöyle dursun, ilgili kişilerin
    istifasına bile tanık olmuyoruz. Hatta suçu üstlenen bile çıkmıyor.

    Peki, şöyle bir
    soru sormuş olsak: Eskiden çeşitli devlet kurumlarının güvenilirlik endeksi
    araştırılır, sonuçları da basın ve medya aracılığıyla halkla paylaşılırdı.
    Bugün de kesinlikle dürüst ve adaletli çalışan herhangi bir devlet kurumu var
    mı diye halka sorsak sizce nasıl bir sonuç çıkar?

    Bence iyi bir
    sonuç çıkmayacağı kesin. Sanırım güvenilir devlet kurumu kalmamış.
    Düşünebiliyor musunuz? Biz henüz LGS sınavındaki usulsüzlükleri tartışmaya
    başlarken, bakıyoruz ki LGS devede kulak kalmış. Çürümemiş devlet kurumu yok
    gibi. Sahte diplomalar mı ararsınız, ÖSYM sayfasında not yükseltmeler mi? Bu
    arada, diploma demişken, sadece lise veya üniversite diplomaları değil;
    doçentlik ve profesörlük unvanları da bu sahtecilikten nasibini almış. Bu
    diplomalar sayesinde milletvekili, rektör olanlar bile var.

    Tüm bunlar
    yaşanırken, devletin siber güvenliği, istihbaratı ve emniyetin ilgili birimleri
    ne yapıyor? Bu da ilginç bir soru.

    Sahi, bu
    işlerin öncesinde özellikle özel hastanelerde “yeni doğan”,
    “röntgen”, “MR” gibi adlarla ortaya çıkan çeteler ne oldu?
    Sonucunda ne mi oldu? Birkaç hemşire ve alt düzey görevli günah keçisi ilan
    edildi ve mesele kapatıldı. Ya Bolu’daki otel yangınının sorumluları? İnanın,
    onlar da görevlerini paşa paşa yapmaya devam ediyorlar.

    Bakın, orman
    yangınlarına henüz değinmedik bile. Üçte biri ormanlarla kaplı olan bir ülke
    düşünün; normal şartlarda her bölgede yangın söndürme uçak filoları olması
    gerekirken, görevlilerine özel giysi almaktan bile aciz. Üstelik bu ülke, Paris
    İklim Anlaşması’nın uygulanmasında denek olmayı kabul etmiş olsun… Sadece 350
    milyar dolar karşılığında.

    Sonucunda
    ormanlarımız tamamen yakılmakta, hayvancılığımız yok edilmekte, köylerimiz
    ortadan kaldırılmaktadır. Ve ne yazık ki bu yüzden olsa gerek, memleketi
    yönetenler olan biteni sadece izlemekle yetinmektedir.

    Tüm bunlarla
    birlikte, ülkemizin sanayi, tarım, hayvancılık ve yeraltı madenlerinin yabancı
    ülkelere çok küçük paralarla satılmak değil, düpedüz peşkeş çekildiğini de
    unutmamak gerekiyor.

    O halde şimdi
    burada duralım ve düşünelim: Tüm bunları üst üste koyduğumuzda,
    yaşadıklarımızın basit bir dalgınlık ya da bir anlık gafletle yapıldığını
    düşünmek akılcı geliyor mu?

    Doğrusunu
    isterseniz, tüm bu ülkece yaşadıklarımız, tamamen ülkemizi yöneten siyasal
    İslamcı iktidarın ideolojisinden kaynaklanmaktadır. Çünkü iktidar, İslamcı
    olmasına rağmen tamamen neoliberal ekonomik ve siyasi bir politika
    izlemektedir. Bu politikanın en önemli özelliği de devleti sermaye karşısında
    alabildiğine küçültüp sermayeyi başıboş bırakmaktır. Zaten bu neoliberalizmin
    en ünlü sloganı da “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” değil
    miydi?

    Peki, siyasal
    İslamcılığın bu neoliberal ekonomi ve siyaseti çok kolay uygulayabilmesinde,
    siyasal İslamcılıkta vatan, ulus, ulusal egemenlik gibi kavramların olmaması
    yanında, ülkenin tıpkı Osmanlı mantığıyla toprak, sanayi, hayvancılık ve
    madenleri dahil her şeyiyle padişahın mülkü kabul edilip halkın tebaa olarak
    görülmesinin payı yok mudur?

    Ülke ekonomik
    ve siyasi olarak yok edilmeye çalışılırken kimseye hesap verilmemesi de bu
    düşünceyi doğrulamıyor mu?

    Yani
    anlayacağınız: Topraklarımızın tekrar geri alındığı, madenlerimizi kendimizin
    işlettiği, tarım, sanayi ve hayvancılıkta yabancı ülkelerin sömürgesi değil,
    onlarla her alanda yarışabilen gelişmiş, kalkınmış bir ülke istiyorsanız…

    Bunun yolu,
    devletin tekrar ekonomide etkin hale getirilip halkın ulus bilinciyle
    donatılması, ülke kaynaklarının yabancılardan geri alınması, eğitimden
    sanayileşmeye kadar ulusal ve planlı bir ekonominin uygulamaya konulmasından
    geçmektedir.

    Ama asla
    siyasal İslamcılıkla değil.

    18-08-2025

    Nusret KEBAPÇI

     

  • ULUS DEVLETE KİM DÜŞMAN OLUR?

     

    ULUS DEVLETE KİM DÜŞMAN OLUR?

    Böyle bir soru
    sorduğumda, eminim aklınıza ilk gelen kelime emperyalizm
    olmuştur. En azından siyasal İslamcılar ve neoliberaller dışındaki tüm kesimler
    için…

    Neden?

    Çünkü
    emperyalizm (genel olarak Batı olarak anlayın) tüm halkı tek bir çatı altında
    birleştiren güçlü bir ulus devleti istemediği gibi, ekonomik çıkarlarına engel
    olabilecek örgütlü sınıf yapılarını da istemez…

    Peki, ne ister?

    Genellikle
    ekonomik ve siyasi çıkarlarına dokunmayan, sadece kültürel kimlikler olarak
    kabul edilen etnik ve dinsel örgütlenmeleri destekler. Çünkü bu türden
    örgütlenmeler ne kadar yaygınlaşırsa, toplum o kadar çok parçaya ayrılır ve
    emperyalizm karşısında birleşik bir direnç gösterme yeteneğini kaybeder.

    Bu nedenle,
    emperyalizm karşısında birleşik bir güç olarak ulus olmak hayati önem
    taşır. Ulus olabilmenin en temel özelliği ise, hiçbir dini kimliğin
    öncelenmediği laiklik ve aynı toprak üzerinde yaşayan, ortak bir dil
    konuşan, aynı duygu ve düşünceleri paylaşan, ortak bir tarih bilincine sahip ve
    aynı ekonomik sistem içinde var olan insanların oluşturduğu ulus bilincidir.
    Unutmamak gerekir ki, laiklik ve ulus bilinci, ulus devletin olmazsa
    olmazıdır
    . Laiklik, farklı inançlara sahip bireylerin dinlerini özgürce
    yaşamalarını güvence altına alırken, ulus bilinci ise tüm bu farklılıkları
    ortak bir kimlik potasında eriterek toplumsal birlikteliği sağlar.

    İsterseniz,
    ulus kavramını daha iyi anlamak için Amerikalı yazar Samuel Huntington‘ın meşhur
    benzetmesini hatırlayalım: domates çorbası.

    Çorbanın içine
    katılan domates, tuz, şeker, kaşar gibi malzemeler, ülkedeki farklı etnik
    kimlikler olarak da düşünülebilir. Ateşin etkisiyle hepsi öyle birbiriyle
    karışır ki, çorba piştiğinde ne tek başına domates kalır, ne kaşar, ne de tuz.
    Ortaya tamamen yeni bir şey çıkar. İşte ulus da aynen böyledir; tüm
    farklılıkların ortak bir potada kaynaşmasıyla oluşur. Tarihteki tüm ulusların
    varoluş hikayesinin altında da mutlaka bir bağımsızlık ya da kurtuluş savaşı yatar.

    Günümüzde ise
    komisyonlar kurup sözde yeni anayasa taslakları hazırlayan bazı çevreler, bu
    “eritme” sürecine karşı çıkarak, “Öyle olmaz, eriyip ulus
    olamayız” diyorlar. Peki, ne olunabilirmiş biliyor musunuz? Salata!
    Evet, birileri  aynen böyle söylüyorlar.
    Sözde herkes kendi farklılığını ortaya koyabilecekmiş. Oysa bu,
    emperyalistlerin istediklerini kolaylıkla alıp, istemediklerini bir kenara
    ayırabileceği, hatta çöpe atabileceği bir toplumsal yapının inşası anlamına
    gelir.

    Ulus kavramına
    bu kadar açıklık getirdikten sonra, siyasal İslamcıların neden her fırsatta
    emperyalizmin hedefiyle örtüşen bir söylem geliştirdiğine bakalım.

    Geçtiğimiz
    günlerde Amerikalı bir yetkilinin “Osmanlı tarzı millet sistemi
    önerisi, aslında tam olarak siyasal İslam’ın savunduğu modeli yansıtmaktadır.
    Yani her dini cemaat ve etnik kimlik, millet olarak kabul edilmeli diyorlar.
    Sizce siyasal İslamcılar bundan farklı mı düşünüyor? Asla.

    Çünkü siyasal
    İslam’a göre ulus devlet: tek iktidar, tek hukuk, tek kimlik ve tek kültür
    yaratarak etnik ve dini kimlikleri yok etmektedir. Bu yüzden ulus devleti “tekçi
    devlet”
    olarak nitelendirirler. Bunun yerine, devletin inanç ve
    cemaatler arasında tamamen tarafsız kalacağı, her cemaatin kendi eğitimini,
    kültürünü ve hukukunu uygulayabileceği bir sistem oluşturulması gerektiğini
    savunurlar. Bu model, doğrudan Amerikan yetkilinin dile getirdiği “Osmanlı
    tipi millet sistemi” dir ve isteyenler buna Lübnanlaşma da
    diyebilir.

    Ancak bu model
    beraberinde ciddi sorunlar getirir. Ortak bir duygu ve düşünce zemini
    olmadığında, askerliği kim yapacaktır? Ortak hedefler için nasıl mücadele
    edilecektir? Ve en önemlisi, parçalanmış bir toplum emperyalizme karşı nasıl
    durabilecektir?

    Demek
    istediğim, ister ABD tarafından önerilsin, ister siyasal İslam’ın doğasında bulunsun,
    kurulan komisyonlarda tartıştığınız ulus devleti parçalama projesine hangi isim
    verilirse verilsin, hangi önemli gerekçelere dayandırılmaya çalışılırsa
    çalışılsın; yapılan iş,

    Emperyalizmin
    hizmetinde ulus devletin parçalanması projesidir.
    Başka hiçbir şey değil.

    11-08-2025

    Nusret Kebapçı

     

  • KÖPRÜDEN ÖNCEKİ SON ÇIKIŞ…

     

    KÖPRÜDEN ÖNCEKİ SON ÇIKIŞ…

    Hiçbir zaman,
    herhangi bir insana veya topluluğa karşı bombalı bir eylem hazırlanırken, bomba
    düzeneğinin kabloları ve teçhizatı herkesin anlayabileceği şekilde açıkta
    bırakılmaz.

    Genelde hazırlanan
    bomba bir gazeteye sarılarak, çiçeğin arasına konularak veya bir çantaya
    yerleştirilerek hedef kişi ve topluluğun arasına konulur ki…

    Dikkat çekmeden,
    kimse tarafından fark edilmeden eylem hedefine ulaşabilsin.

    İşte son
    günlerde herkesin tartıştığı, Anayasa’da yapılması düşünülen değişiklikler ve
    bu konuları tartışacak olan komisyon da aynen bu durumdadır.

    Belki
    halkımızın büyük bir kısmı ne olup bittiğinin tam olarak farkında değil ama bilinmesi
    gereken, yapılmak istenen şeyin,  ulus
    devletimize ve üniter yapımıza konulan bir bomba olacağıdır.

    Zaten bu yüzden
    de  “barış, kardeşlik, demokrasi,
    özgürlük, terörsüz Türkiye” gibi cazip ambalajlarla sunulmaya çalışılmasının
    nedeni de budur.

    Ama umarım çok
    geç olmadan halkımız uyanır ve partilerini uyararak bu ulus devleti parçalama
    düşüncesinden vazgeçilir. Aksi takdirde, emin olun, Türkiye’yi yakın gelecekte
    Irak ve Suriye’nin başına gelenlerden çok daha farklı bir sonuç beklemeyecektir.

    Doğrusunu
    isterseniz…

    Dünyanın
    herhangi bir yerinde, buna Ortadoğu ve ülkemiz de dahil, yapısal değişiklik
    içeren projeleri, emperyalizmden bağımsız düşünmek mümkün değildir.

    Çünkü emperyalizm,
    bizimki gibi pazarlarını tamamen ele geçirdiği ülkelerin bağımsız
    sanayileşmesini, tarımını ve maliyesini güçlendirmesini asla istemez.

    Bu nedenle,
    ekonomik ve siyasi bağımsızlıkla özdeşleşen ulus bilinci ile emperyalizmi
    ekonomik olarak sekteye uğratabilecek sınıf bilinci içeren sendika gibi örgütleri
    adım adım ortadan kaldırır.

    Böylece toplum,
    ulus olmak yerine, etnik ve dinsel kimliklere ayrıştırılır ki emperyalizm bu
    topraklarda çok uzun yıllar boyunca o ülke halkını köleleştirerek
    sömürebilsin,  en açık deyişle de ilgili
    ülkeyi sömürgeleştirebilsin.

    İşte bugün, “Terörsüz Türkiye” adı
    altında, ülkemizin üniter ulus devlet yapısının 100 yılı aşkın bir süre sonunda
    tekrar tartışmaya açılmasının nedeni budur.

    Aslına bakarsanız
    olay gayet açık olup bir anlamda köprüden
    önceki son çıkış
    bile denilebilir…

                    Bunun için de…

          Ya aklımızı başımıza toplayarak ülkenin ulus
    devlet ve üniter yapısına sahip çıkarak, sanayileşip, tarımı geliştirerek ekonomik
    ve siyasi bağımsızlıktan
    yana olacağız…

                    Ya
    da siyasal İslamcı ve neoliberaller eliyle ülkeyi emperyalizmin hizmetinde bir
    küresel pazar yaparak etnik ve dinsel kimliklere ayrıştıracağız…

    Olay budur!

         04.08.2025

     Nusret
    KEBAPÇI

     

  • Neden Yanıyoruz?

     Neden Yanıyoruz?

    Ülkece çok büyük bir sınavdan geçiyoruz. “Biz okulu bitireli çok yıl oldu, ne sınavı?” diye bu sözüme karşılık verebilirsiniz; ancak bu işin okulla falan ilgisi yok. Ama sonuçta bir sınav. Üstelik bana göre, insan yaşamının en önemli sınavı bile denilebilir.

    Peki, bu sınav ne mi? Şöyle söyleyeyim: Hani Atatürk Cumhuriyeti 29 Ekim 1923‘te kurmuştu ve biz o Cumhuriyet devrimiyle padişahın tebaası olmaktan kurtulup yurttaş olabilmiştik ya…

    İsterseniz şöyle bir soru soralım: Sahi, tebaa olmakla yurttaş olmak arasında ne gibi bir fark bulunuyor? Yoksa onu sadece belirli aralıklarla sandığa gitmek olarak mı düşünüyorsunuz? Veya bu konuya çok farklı anlamlar da yüklenebilir mi? İşte buna verebileceğiniz yanıtınız, bunlardan hangisi olduğunuzla doğrudan ilgili.

    Yani: Eğer siz ülkenizin karşılaştığı sorunlar karşısında (ki son aylarda yaşanılan sorunlar ülkemizin geleceğiyle, daha doğrusu var olup olmamasıyla doğrudan ilgili) “Büyükler her şeyi daha iyi düşünür” veya “Bu konuda liderimizin bildiği, bizim aklımızın ermediği şeyler vardır” gibisinden düşünüyorsanız… Emin olun, adınız ne kadar önemli, unvanınız ne kadar büyük olursa olsun, sadece tebaasınız.

    Ama ülkenize misafir gibi değil de tam bir ev sahibi gibi, hemen her şeyiyle ilgileniyor, tartışıyor, fikrinizi hemen her ortamda söylüyor, ülke yöneticilerini sorgulayabiliyorsanız… İşte siz, adınız, unvanınız, eğitim düzeyiniz ne olursa olsun, tam bir Cumhuriyet yurttaşısınız.

    Bu konuda kişileri tek tek değerlendirmek bana düşmez, hem de çok mümkün değil ama… Herkes kendisine az önce belirttiğim soruları sorarak nerede durduğunu pekâlâ görebilir.

    Bu konuda tam bir karar verebilmeniz açısından dilerseniz, konuları somut örneklerle açıklayalım ki ne olup olmadığınız açısından kafalarınızda soru falan da kalmasın.

    Sahi, ülkemizin son günlerde hep birlikte tanık olduğumuz en önemli konular neydi?

    Bunlardan bir tanesi, yapılması planlanan bir anayasa değişikliğiyle Türk ulus devletimizi paramparça ederek, Türkiye’yi sözde demokrasi, özgürlük safsatalarıyla ikna ederek, etnik ve dinsel kimliklere ayırıp tam da emperyalizmin istediği şekilde bölüp parçalayıp yutacağı hâle getirmek…

    Bir diğeri de, şu günlerde en yakıcı olan konu, ormanlarımızın hem de daha önce ülke tarihinde görülmemiş şekilde yakılması…

    Bir ülke düşünün; yönetimi lükste, şatafatta hiçbir sınır tanımasın… Ama ülke güvenliği ve karşılaşılabilecek felaketlerle ilgili hiçbir hazırlığı ve önlemi yok. Dahası, ormancılık kurumu kaldırıldığı gibi orman yangınlarıyla ilgili eğitim veren kurum bile bir süre önce kapatılmış… Peki, bu kayıtsızlığı bir anlık ihmal, dalgınlık olarak görmek mümkün mü? Elbette değil…

    Aslında olay nedir biliyor musunuz? Tüm bu kayıtsızlık ve önlemsizliğin arkasında, kamu yararı, kamusal çıkar gibi bir kavramla tanışmayan iktidarın uyguladığı neoliberal ekonomik ve siyaset dışında küresel sermayenin ülkemize dayatarak meclisten geçirdiği İklim Değişikliği Yasası’nı da kullanarak; ülkemizi tamamen sanayisiz, enerjisiz, tarımsız, hayvansız, ormansız, hatta madensiz bırakmakla birlikte insanları tam olarak kontrol etme isteği yatmaktadır…

    Bunu da, ulus bilincinden, ulusal egemenlikten, vatan ve bağımsızlık gibi kavramlardan uzak siyasal İslamcı bir iktidar aracılığıyla yapmaya çalışmaktadırlar.

    Bilindiği gibi pandemi döneminde insanları biometrik olarak kontrol edebilmenin ilk adımları atılmıştı… Şimdi de, sözde karbon ayak izi söylemiyle ülke ve insanları bir daha asla bağımsız olamayacakları şekilde kontrol edebilmek amaçlanmaktadır…

    Sonuç olarak: Halkı duyarlı, yönetimi de ulusal kalkınmadan yana olup, ekonomik ve siyasi bağımsızlığını korumak isteyen ülkeler buna karşı çıkmış, imzalamamışlardır. Ekonomisi tamamen yabancılara teslim edilen, tarımını, hayvancılığını, ormanlarını onların istekleri doğrultusunda yok etmeye çalışan, bizdeki gibi ekonomik ve siyasi bağımsızlıktan bihaber, ülkeyi tamamen küresel pazar yapan yönetimler de halkının bilinçsiz ve duyarsızlığından yararlanarak bu dayatmayı kabul etmişlerdir…

    İşte tam da burada halka sormak istiyorum:

    Sizi ne uyandırabilir? Ülkenizin başına ne gelirse, tavır koyup tepki gösterebilirsiniz?

    Hani söyleseniz de bilsek…

    28-07-2025 

    Nusret KEBAPÇI

  • Milletin Adı Türkiye mi?

     

    Milletin Adı Türkiye mi?

    Geçtiğimiz
    günlerde, 15 Temmuz’un yıl dönümünde çeşitli yerlere asılan “Milletin
    adı Türkiye”
    yazılı afişler sanıyorum dikkatinizi çekmiştir.

    Aslına
    bakarsanız, Türk ulus devleti ve Türk kimliği uzun bir süredir
    birilerinin hedefinde olup, bunların hemen her yerden kaldırılmaya çalışıldığı
    da herkesin malumu. Çünkü birileri, akıllarınca ulus kimliğin adı olan Türk
    sözcüğünü etnik kimlik sayıp rahatsızlık duyuyor. Yerine kendilerince sözde
    daha ılımlı buldukları Türkiyelilik türünden ucube bir kavramı
    yerleştirmeye çalışıyorlardı.

    Hal böyle
    olunca insan ister istemez merak ediyor: Bugün, ABD’de yaşayanlara Amerikalı
    değil Amerikan denirken; Yunanistan’dakilere Yunanistanlı değil Yunan,
    Rusya’dakilere Rusyalı değil Rus, Almanya’dakilere Almanyalı
    değil Alman denirken (bu örnekleri neredeyse tüm ülkeleri kapsayacak
    şekilde genişletmek mümkün), neden bize gelince Türk değil Türkiyeli?
    Sizce de bu işte bir gariplik yok mu?

    Sadece o
    ülkelerde yaşayan halklar anlamında değil, örneğin aynı ülkelerin spor
    takımlarından söz ederken de Amerikalı, Almanyalı, Yunanistanlı
    futbol takımı
    yerine Amerikan, Alman, Yunan spor takımı
    ya da sporcu denilmiyor mu?

    Diyelim ki konu
    spor ya da ülkede yaşayan o ülke yurttaşları değil. O ülkelerde üretilen
    otomobil, televizyon, bilgisayar, cep telefonu gibi herhangi bir ürün için de Alman,
    Amerikan, Çin malı gibi kavramlar kullanılmıyor mu?

    Peki, o zaman
    neden başka ülke yurttaşları, ürünleri, takımları söz konusu olduğunda
    kullanılan Amerikan, Yunan, Alman gibi ulus adları, konu Türk
    olduğunda Türkiyeli yapılmaya çalışılmaktadır? İşte zurnanın zırt dediği
    yer tam da burası.

    Çünkü
    emperyalizm (bunu ABD, AB, hatta tüm Batı olarak da adlandırmak mümkün),
    bizimki gibi ülkelere neoliberal ekonomiyi dayatıp ülkeyi tamamen
    Batı’nın açık pazarı haline getirirken, tüm toplumu birleştiren; laiklik,
    ulus bilinci ve ulusal pazar üzerine kurulu ulus devleti istemez.
    Bu nedenle bizimki gibi ülkelerin başına siyasal İslamcı partileri getirir ki (bu
    kimlikçi politikalar İslamcılığın doğasında vardır.)
    Ülke bir yandan
    Batı’nın açık pazarı durumuna sokulurken, diğer yandan da laiklik ve ulus
    bilinci adım adım yok edilerek devlet ulusal olmaktan çıkarılıp ulus öncesinde
    olduğu gibi tekrar etnik ve dinsel kimlik topluluklarına dönüşebilsin.

    Hem zaten küreselleşme
    ve yerelleşme işin olmazsa olmazıdır.

    Bunun için bir
    yandan ekonomi küresel şirketlere teslim edilirken, diğer yandan da ülke
    merkezi olmaktan çıkarılarak yerelleştirilir ki, o etnik ve dinsel topluluklar
    tekrar birleşip ulus olmaya çabalayıp kendi ulusal pazarlarına, kimliklerine ve
    ulus devletlerine sahip olamasın. İşte Türkiyelilik tam da emperyalist
    parçalanmanın öteki adıdır: Türkiyeli Türk, Türkiyeli Kürt, Türkiyeli
    Laz
    , Türkiyeli Çerkez, Türkiyeli Sünni, Türkiyeli Alevi
    gibi…

    Yani uzun sözün
    kısası: Ya tekrar laikliğe ve ulus devletinize sahip çıkıp ulusal
    birliğinizi koruyacaksınız…

    Ya da

    Emperyalizmin
    hizmetinde Türkiyelilik adı altında parçalanarak dağılacaksınız. Çaresi
    yok.

    21-07-2025

    Nusret Kebapçı

     

  • BİR ÜLKE NASIL PARÇALANIR?

     

    BİR ÜLKE NASIL PARÇALANIR?

    Bu başlığı
    görünce içinizden “Biz asla parçalanamayız,” ya da “Bizi kim
    parçalayabilir ki?” gibi düşünceler geçebilir. Ancak, son yıllarda
    ülkemiz üzerinde dönen olaylar göz önüne alındığında, bilgi ve belgeye
    dayanmayan, yalnızca kişisel saflıktan kaynaklanan bu tür sözlerin hiçbir önemi
    kalmamıştır, emin olun.

    İsterseniz,
    yaşadığımız olayların mantığını anlamak adına biraz tarihe yolculuk yapmaya ne
    dersiniz? Çünkü olayların mantığını anlamak, onları yorumlamak ve analiz etmek
    için tarih bilmek son derece önemlidir.

    Bilindiği gibi
    Osmanlı’da, Meclis-i Mebusan’da Ahrar Fırkası adında bir parti vardı. Bu
    parti, tıpkı günümüzdeki bazı partiler gibi, tüm toplumu ortak hedefler
    etrafında birleştiren ulus düşüncesine karşıydı
    ve adem-i
    merkeziyetçiliği
    savunuyordu. Ekonomi konusunda da aynı mantıkla hareket
    ediyorlardı. Ulusal tarım, sanayi ve banka gibi düşüncelere karşı olup, ülkenin
    tamamen yabancı sermayeye açılmasını savunuyorlardı.
    Milli sanayi ve tarım
    gibi kavramlara karşı çıkarak, ülkenin ancak yabancı pazarı olduğunda
    gelişebileceğini ileri sürüyorlardı.

    1920’de
    Ankara’da açılan mecliste de pek çok eğilim ve grup ortaya çıktı. Ancak genel
    olarak bakıldığında, gerek ekonomi gerekse yönetim anlamında iki farklı anlayış
    göze çarpıyordu. Bunlardan birincisi, sonradan Cumhuriyet Halk Partisi adını
    alacak olan Atatürk’ün önderlik ettiği Birinci Grup’tu. Diğeri ise Atatürk’e
    karşı olanların oluşturduğu İkinci Grup.

    Bu iki grup pek
    çok konuda fikir ayrılığı yaşıyordu. Örneğin, Müdafaa-i Hukuk Grubu
    cumhuriyetin kurulmasını, merkezi bir yönetimle uluslaşmayı ve ekonomide kendi
    pazarımıza hakim olmayı savunurken; İkinci Grup ise savaş kazanıldıktan sonra
    yönetimin tekrar Osmanlı’ya teslim edilmesini, ülkenin merkezi değil adem-i
    merkeziyetçilikle yönetilmesini
    ve ekonomi adına hiçbir şey bırakılmayıp
    ülke pazarının tamamen emperyalist ülke şirketlerine teslim edilmesini
    savunuyordu.

    İkinci
    Meclis’te bu ikinci grup yer alamadı; ancak aynı anlayış, bugün 23 yıldır
    ülkeyi yönetmektedir.
    İşte, her geçen gün ulus kavramının ve Türk ulus
    kimliğinin adım adım yok edilmesinin ve ekonominin yine aynı şekilde merkezi,
    ulusal olmaktan çıkarılarak tamamen yabancı sermayeye teslim edilmesinin ana
    sebebi budur.

    Tam bu noktada
    bir tespit yapmak gerekirse, sanıyorum şunu söylemek yanlış olmaz: Ekonomiyi
    küresel şirketlere teslim eden bir anlayış siyasette ulusal bütünlüğü, kimliği,
    ulusal politikaları savunur mu? Elbette mümkün değil.

    Bu nedenle,
    yaşadığımız “açılım” adı altında yapılan söylemleri ve “silah
    bırakma şovunu” ciddiye almak gerekmiyor. Düşünebiliyor musunuz? Ülke
    yönetiminin desteğiyle Suriye’de adamlar devlet kuruyor; ordusu, tankı, topu
    var… “Neymiş, silah bırakılıyormuş.” Buna aklıselim düşünenlerin
    inanması zor ama bir şeyi ciddiye almak gerekmektedir: ABD’nin Ankara
    Büyükelçisi Tom J. Barrack’ın “Türkiye için en iyi sistemin Osmanlı
    millet sistemi olduğunu” vurgulaması dikkat çekicidir. İşte ciddiye
    alınması gereken en önemli konu bu.

    Şimdi şöyle bir
    düşünün: BOP yani Büyük Ortadoğu Projesi, Türkiye’nin de içinde olduğu 22
    ülkenin sınırlarının değişmesi değil miydi?
    Özellikle de tamamında siyasal
    İslamcılar, ABD’nin operasyon gücü olarak laik milliyetçi ülkelerin
    sınırlarının değiştirilmesinde kullanılmıyor mu?
    Bu hedef ülkelerden biri aynı
    zamanda Türkiye olduğuna ve ülke yönetiminde siyasal İslamcı bir parti
    bulunduğuna göre, sizce bizi nasıl bir sonuç bekliyor dersiniz?

    Ben söyleyeyim…
    Sözde “terörsüz Türkiye” söylemiyle çeşitli açılım şovlarıyla
    toplumun bir kısmı ikna edilerek, mecliste de gerekli çoğunluğu
    sağladıklarında, Anayasa’daki ilk 4 maddeyle 42. ve 66. maddeler de
    değiştirildiği zaman, cumhuriyet öncesinden beri birilerinin hayalini süsleyen
    adem-i merkeziyetçi, yani Osmanlı tipi “millet sistemi” de oluşmaya
    başlamış olacaktır.

    Tam burada,
    “Osmanlı millet sistemi nedir? Ne anlama gelmektedir?” gibisinden bir
    soru aklınıza gelirse, onu da söyleyeyim: Bu “millet” anlayışında üst
    kimlik yoktur. “İslam” deniyor; ama sadece ülkede yaşayan Müslümanlar
    için geçerli. “Millet” burada din anlamında kullanıldığından, her
    türden din, tarikat, cemaat, etnik kimlik de “millet” anlamında
    kullanılmaktadır.
    Yani, Ermeni milleti, Yahudi milleti, Hristiyan milleti
    gibi…

    Bu sistemde
    ülkede yaşayan herkes için eşit bir hukuk sistemi olmadığından birden fazla
    hukuk sistemi bulunuyor. Her cemaatin mahkemesi olduğu gibi, konsoloslukların
    da mahkemesi var… Tabii Müslümanlar için de Şeriye mahkemesi…

    Demek
    istediğim…

    Bugün ulusu
    tanımlarken kullanılan ortak vatan, dil, millet, bayrak, devlet, ortak duygu ve
    düşünce, ortak ekonomi gibi kavramlar Osmanlı
    Millet Sistemi’nde söz konusu olmadığından, bununla…

    Laik ve Türk
    kimliğine dayalı ulus devletin parçalanarak etnik ve dinsel kimliklerle,
    tarikat ve cemaatlere ayrıştırılması hedeflenmektedir.

    Ayrıca unutmadan…

    Hani birileri
    bir süredir Terörsüz Türkiye, barış, kardeşlik, silahlar sussun edebiyatı
    yapıyorlar ya…

    Gerçekte bu
    nasıl olur biliyor musunuz?

    İçeride ülkenin
    dört bir bucağında sanayiyi, tarımı, hayvancılığı geliştirip ülkeyi dört bir
    bucağıyla üretken hale getirerek kalkındırıp…

    Dışarıda da

    Bölge
    ülkeleriyle birlik olup, onlarla dayanışıp ABD’yi bölgeden kovarak…

    Ama asla onun
    aleti olarak, bölge ülkelerini parçalayarak değil…

    14.07.2025

    Nusret KEBAPÇI

     

  • İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ DEMİŞKEN…

     

    İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ DEMİŞKEN…

    Bilmiyorum,
    farkında mısınız? Ülkemizin hemen her yerinde yaklaşık 3000 civarında yangın
    çıkıp, ormanlar yakılıp, milyonlarca ağaç yok edilirken
    … Bunların nedenleri
    ve nasıl olduğu araştırma fırsatı bile bulunamamışken, daha önce ilk dört
    maddesi geçen ve geri kalan maddeleri ertelenen İklim Değişikliği Kanunu
    meclise aniden geliverdi.

    Ama öyle bir
    geldi ki… Şeriatçı Şeyh Sait yanlısı bir grubun, sözde bir dergide yayımlanan
    bir karikatürü protesto amacıyla düzenlediği küçük bir ayaklanmayla ortalık toz
    dumana karıştı. Bundan olsa gerek, ne orman yangınlarının önemi kaldı toplum
    gözünde ne de Türkiye’nin geleceğini yakından ilgilendirecek kararların ulus
    üstü bir kuruma bırakılması tartışılır oldu.

    Aslında olay
    vahim olmasına vahimdi de… Ne yazık ki dergiyi basıp protesto eden siyasal
    İslamcıların da bundan haberi yoktu, milletvekilliğini sadece kendilerine
    verilen talimat gereği el kaldırmak-indirmek zannederek oylamaya katılma
    gereğini bile duymayan parti vekillerinin de…

    Peki, bu kadar
    önemli olan kanunla ne amaçlanıyor? Kabul edilince ne olacak? Bu konuda
    yeterince bilgi sahibi olmak gibi bir çabanız var mı? Yoksa itaatkâr bir
    eğitimin sonucunda söylenen “elle gelen düğün bayram” modunda mısınız?
    İşte orası çok önemli.

    Neyse,
    isterseniz konuya biraz kenarından köşesinden başlayalım… Hani bir süredir
    medyada, basında hemen her yerde rastladığınız sürdürülebilir kalkınma,
    karbon ayak izi, yeşil ekonomi, net sıfır
    gibi kavramlar… İşte tam da bu
    iklim değişikliği konusunu ifade eden kavramlardır. Bunların ayrıntılarına
    geçmeden önce isterseniz konuya biraz geniş bir açıdan bakalım ki, herkesin
    genel bir bilgisi oluşabilsin.

    Aslında her
    şey, yani iklim değişikliği söylemi altında yapılmak istenen, neoliberal
    ekonomiyi yöneten küresel sermayenin ulus devletleri ekonomik olarak
    yoksullaştırıp yok etmeye giderken, buna tepki duyabilecek o ülke halklarının aşırı
    kontrol edilmesiyle
    doğrudan ilgilidir. Nasıl mı? Aslında her şey doğrudan
    ekonomiyle yakından ilgilidir.

    Dünyanın en
    büyük küresel sermayesinin 1870’lerde yüzde 43 olan kâr oranı, yıllar geçtikçe
    düşmüş, 2000’lerde yüzde 17’ye kadar gerilemiştir. 2019’a gelindiğinde ise pek
    çok şirket artık kâr edemez, nakit akışını sağlayamaz durumdadır ve ellerindeki
    sermaye artık hareket edemez, yeni pazarlar bulamaz olup birikmiş durumda
    bulunmaktadır. Yani neoliberal ekonomi bir anlamda krize girmiştir.

    Böyle olunca,
    tekrar para kazanılabilmesi için yeni pazarların bulunması, biriken sermayenin
    tekrar akışkan hâle gelmesi gerekmektedir. O günlerde bunun tek yolu, sahte bir
    pandemi yaratılarak ellerindeki kurumlar aracılığıyla tüm uluslara baskı
    yapılıp ülke ekonomilerinin kapatılmasını sağlayarak çökertmek, sonrasında da
    sözde o ülke ekonomilerini kurtarmak adına kredi verilerek küresel ekonomiyi
    canlandırmak ve paralarının akışkanlığını sağlayıp kâr elde etmekten geçiyordu…
    O dönemde 190 civarında ülkenin tüm ekonomisi kapatılmış ve bu ülke
    devletlerine düşük faizli krediler verilerek tekrar normale dönmelerine destek
    verme adı altında biriken kendi sermayeleri de akışkanlığa kavuşabilmiştir.

    Elbette bunu
    söylerken, günden güne yoksullaştırılacak o ülke halklarını sisteme muhalefet
    etmemeleri adına aşırı yalnızlaştırma ve kontrol mekanizmalarının da
    devreye sokulması gerekiyordu. Bunun için de zorunlu tutulan aşı kartları, QR
    kod okutularak her türden mekâna giriş yapılabilmesi ilk adımlarıydı ki, asıl
    amaç daha sonra uygulanması düşünülen iklim değişikliği yasaklamalarına
    toplumun uyum gösterebilmesini sağlayabilmekti. Zaten uygulamalar da bunu
    göstermektedir…

    Düşünebiliyor
    musunuz, sözde karbon ayak izi ve net sıfır gerekçesiyle, emisyon
    değerlerini geçtiği varsayımıyla ülkeler enerjisiz, tarımsız, ormansız,
    sanayisiz, hayvansız, gıdasız
    bırakılacak ve pek çok ülke sanayi öncesi
    duruma dönüşerek yok edilecek… İnsanlar kendilerine belirlenen karbon
    kotasının
    üzerine çıktığında ise, nakit para ortadan kalkıp tamamen dijital
    olacağı için paranız olsa bile harcayamayacak, seyahat edemeyecek, öyle ki
    devletin belirlediği 15 dakikalık yerler için izinli, onun dışındaki yerler
    için izin almak zorunda bile olacaksınız. Hatta devamında, bugün bile bazı
    ülkelerde uygulanan sosyal kredi puanı adı altında tüm bu kurallara
    uyumlu olup olmadığınıza göre puanlanacak, olumsuz puan olduğunda pek çok kamu
    hizmetinden mahrum bile kalabileceksiniz…

    Peki, şöyle bir
    düşünün… Tüm dünyaya bunları dayatan küresel sermaye, bizlere karbon ayak izi,
    net sıfır gibi çeşitli değerleri dayatmaya çalışırken, tüm dünya uluslarına
    kendi ürettikleri genetiği değiştirilmiş gıdaları dayatıp, pestisit ve benzeri
    yöntemlerle dünya halklarını zehirlemeye çalışıp, savaş uçaklarıyla kendilerine
    boyun eğmeyen ülkeleri bombalamıyorlar mı?

    Aslında olay
    nedir biliyor musunuz? Bu türden yasalarla ulus devletlerin egemen bir ulus
    olma yetkilerini yok ederek tek dünya devletine giden yolu açmaktır…

    Yine burada da
    belirleyici olan ekonominizin güçlü olup olmadığıdır.

    Ekonominiz
    güçlüyse siyaseten tavır alıp reddedebilir…

    Değilse; 350
    Milyar dolara ülkenizin geleceğini ipotek etmeyi pekâlâ kabullenebilirsiniz.

    Gerisi
    hikâyedir…

        07.07.2025

     Nusret KEBAPÇI